www.intouchlife.wordpress.com

22 02 2012

Yeni yazılar için yeni blog adresi.

Ocak 2012 itibariyle yazılarıma aşağıdaki adreste devam ediyorum.

Ayrıca, 2012 yılı boyunca “365 günün Tao’su” adlı kitaptan her gün için bir alıntı yayınlayacağım, kitapla birlikte bir yılın yolculuğunu eşzamanlı olarak yapacağız.

http://www.intouchlife.wordpress.com

Sevgiler,

Melike Belkıs





Okyanusun Çalkalanması

2 01 2012

“Satyayuga devrinde Diti’nin güçlü çocukları (ifritler) ve Aditi’nin kutlu çocukları (tanrılar) yaşlılık ve ölümden nasıl kurtulabiliriz diye düşündüler. Çareyi okyanusun çalkalanmasından doğacak sütü yani ölümsüzlük içkisini (amrita) içmekte buldular.

Okyanusu çalkalamak için yılanlar kralı Vāsuki’yi ip olarak Mandara dağını da değnek olarak kullandılar. Böylece hem tanrılar hem de ifritler çalkalamaya başladılar.

Bin yıl geçtikten sonra yılanın birden çok başı bir bir kayaları ısırıp zehir akıtmaya başladı. Çalkalanmanın da etkisiyle Hālāhala denilen zehir okyanusun yüzeyinde birikti. Bütün dünya tanrılar ifritler ve insanlar zehirlenmeye başladılar. Hemen tanrı Şiva’ya başvurup yalvardılar. Yüce Şiva-Rudra geldi ve zehiri sanki abıhayat içer gibi içti ve Hālāhala zehirini boğazında tuttu.

Tanrılar ve ifritler tekrar okyanusu çalkalamak istediler. Bu defa Mandara dağı yer altındaki Patala’ya inerek kayboldu. Vishnu’dan onu çıkarmasını rica ettiler. Vishnu da kaplumbağa biçimine girerek okyanusun dibinden dağı yüzeye çıkarttı.

Bin yıl sonra Dhanvantari adında bir adam ortaya çıktı. Bu Ayurveda (yaşam bilgisi) bilen dindar bir kişiydi. Sonra müthiş güzellikte göksel periler oluştu. Okyanusun yüzeyindeki kremadan oluşan bu güzellere Apsarālar denildi. Onları ne tanrılar ne de ifritler eş olarak kabul etmeyince ortalık malı oldular.

Gene okyanus çalkalanmasından Vārunī denilen içki oluştu. Bu tanrı Varuna’nın kızı idi ve bir tür şarap (sura) idi. Onu şeytanlar eş olarak almadıkları için onlara Asuralar denildi. Tanrılar ise Vārunī’yi eşliğe kabul ettikleri için Suralar oldular.

Atların kralı Uççaihşrava Kaustubha denilen mücevher ve nihayet beklenen abıhayat suyu ortaya çıktı. Tanrılarla ifritler bunun için kavga etmeye başladılar.

Asuralar tüm cadıları etraflarında topladı. Ölümcül bir savaş oldu gök ve yer sarsıldı. Vishnu büyüleyici bir kız kılığına girerek abıhayatı başka bir yere kaçırdı. Tanrı Vishnu’ya karşı gelenler ona saldırınca müthiş bir savaş oldu ve Diti oğlu olan Asuralar ortadan kaldırıldı.

Savaş kazanıldıktan sonra İndra üç dünyayı da mutlulukla yönetti.”

Okyanusun çalkalanması ile birlikte yüzeye ilk çıkan zehirdir, sırasıyla binbir çeşit varlık ve her birinin sembolize ettiği anlamlar su yüzüne çıkarlar.

En derinde bulunan ölümsüzlük nektarı ise büyük ödülü, ölümsüzlüğü sunar.

İnsanın bu dünyadaki yolculuğunda ilerledikçe, benliğinin derinlerine doğru indikçe ödülü bulacağı anlatılır kısaca.

Zehir bizim acı veren duygularımızdır, ölümsüzlük iksiri ise yaşamın anlamını bulmaktır.

Bugün sizin okyanusunuz çalkalandığında su yüzüne çıkan ne? 

Bu sene yeni bir isim seçseniz ne isim verirdiniz kendinize?

Bizler de ölümsüzlük iksirini arayan tanrılar gibi doğduğumuz andan itibaren yolculuğumuzda farklı isimlere bürünerek gerçek adımızı arıyoruz.

Şimdi bir düşünün siz hangi duygunun, durumun ya da neyin tezahürüsünüz?

Ve kim olmak isterdiniz?

Yolculuk uzun, insan vakti geldiğinde ismini değiştirmeyi öğrenmeli.

Geçmiş isimlerine ve gelecek için arzuladığı isimlerine bakıp hikayesini görebilmeli…





Noel Baba’dan Mektuplar…

24 12 2011

Noel Baba’ya Mektup…

Her sene yaptıkları gibi 1911 yılının noel arifesinde biri kız diğeri erkek iki kardeş Noel Baba’ya bir mektup yazarlar.

Son derece samimi bir dille kaleme alınan mektup o yıl için istekleri sıralar: oyuncak bir bebek, kapüşonlu bir yağmurluk, bir çift eldiven –burası yanmış okunmuyor– … elma, bir adet altın para ve şekerleme…

Mektup büyük bir itinayla Noel Baba’nın mutlaka uğrayacağı bir yer olan evin şömine bacasının içine, gizli bölmeye bırakılır. O akşam mutlu ve huzurlu yataklarına koşarlar, “Bir an önce sabah olsun!” …

Tabii heyecandan uyku tutarsa, kulakları çatıdan gelecek tıkırtıdadır, belki de Noel Baba arabasıyla şimdi buraya doğru gelmektedir…

2011 yılında yine noel arifesinde şömine bacasında yapılan tamirat esnasında, tam yüz yıl sonra, bir mektup bulunur.

Anlaşılan iki küçük çocuğun yazdığı mektup –ufak birkaç yanık dışında– sanki yeni yazılmış gibi canlı ve sevgi dolu durmaktadır… Yeni yıl için istekler, Noel Baba’ya bol şans dilekleriyle gönderilmiştir…

O gün belki bilmiyorlardı ama Noel Baba’nın gerçekten de şansa ihtiyacı vardı!

Noel Baba’dan Mektuplar…

1920 yılında J.R.R. Tolkien, üç yaşındaki oğlu için Noel Baba’dan gelen bir mektup kaleme alır… Bundan sonra her yıl bu mektupları diğer çocukları için geleneksel bir şekilde kaleme almaya devam edecektir.

Üstleri karlı ve hayal ürünü bir Kuzey Kutbu posta idaresinin pulları yapıştırılmış olan mektuplar bazen kapının önünde bulunuverir, bazen posta kutusunun içinden çıkar, kimi zaman hediye paketlerinin arasına sıkıştırılmış ya da şöminenin yanı başına bırakılmış olurlardı.

Zaman geçtikçe Kutup Ayısı’yla yalnız yaşayan Noel Baba’nın evi kalabalıklaşır, kar perileri, kızıl yer cüceleri, gulyabaniler, kardan adamlar, in ayıları ve periler hikayelere katılır… Her serüven inanılmaz eğlenceli ve sürükleyicidir. Bütün mektuplar güzel bir noel dileğiyle ve sevgiyle noktalanır…

Ta ki 1943 yılına kadar…

Bu yıldan sonra Noel Baba’dan bir daha mektup alınmaz.

Sebebi her ne idiyse bilemiyoruz, belki dünyanın yaklaştığı savaş yılları artık Noel Baba’nın var olmasını zorlaştırıyor,  belki de çocukların büyümesi Noel Baba’yı gereksiz kılıyordu…

Noel Baba’nın gerçekten de şansa ihtiyacı vardı!

Sadece Noel Baba’nın mı?

Asıl şansa ihtiyacı olan içimizdeki hayal gücü, isteme arzusu, gerçekleşebilir inancı ve masumiyet.

Bizler, zamanla büyüdük, savaşlarla törpülendik, zorluklarla eğitildik, gerçek dünyayı öğretildik.

O dünya o kadar gerçek ki hayallere, masallara, öykülere yer kalmadı.

O dünya o kadar gerçek ki, masumiyet kinayeli bir gülümsemeyle küçümsenir oldu.

O dünya o kadar gerçek ki, gerçekliği dayanılmaz oldu.

İnsan naiftir. Ama bilmez.

Ruhu incedir, kırılgandır. Yine de o kadar dayanıklı ve güçlüdür ki bunu fark etmez.

İnsan içinde hep bir çocuğun yaşadığını görmez.

Noel Baba’ya yazılan mektuplar ona ulaşır mıydı? Noel Baba var mıydı?

Onlarca yüzlerce masalın  kaynağı neydi? Bu öyküleri ilk kim anlatmıştı?

Neden binlerce yıldır insan bütün bunlara vakit harcamıştı? Hikayeleri ve kahramanları yüceltmiş, nesilden nesile akmalarını sağlamıştı?

Neden öyküler vardı?

Neden?

Cevabı bulmak belki önemli. Bunun için size bir öykü anlatabilirim. Ah, evet kolayca bir öykü uydurabilirim. Hatta bi tane daha ve evet isterseniz bir tane daha…

Cevabı bulmak belki de önemli değil. Bunun için de size bir öykü anlatabilirim. Bir tane daha ve yine isterseniz bir tane daha…

İnsan ruhu öyküleri seviyor.

Bugün, bu kadar gerçekleştirdiğimiz dünyamızda hala öykülerle yaşıyoruz.

Mesela siz, her gün kendiniz için bir öykü yazıyorsunuz. Evet, siz yazıyorsunuz. “Nasılsın?” diye soran herkese bir öykü anlatıyorsunuz. Kendi inandığınız öyküyü.

Her gün gazetede, televizyonda size anlatılan öyküleri dinliyorsunuz. Üstelik bugünkü öyküler öyle eskisi gibi kulaktan kulağa değil, gözlerinizle görüp inanacağınız türden. Sonra da hep birlikte inanıyoruz.

Kendi yarattığımız öykülere gerçek adı veriyoruz. Kendi yarattığımız dünyayı değişmez kabul ediyoruz. Gittikçe karamsarlaşıp, gittikçe içinden çıkılmaz bir kutuya hapsoluyoruz. Tek isteğimiz çıkmak, özgür olmak. 

Endişeliyiz, kendimizi kapattığımız kutu –gerçekliğimiz– dünyamız artık bize yuva olmaktan çıktı, sanki bize karşı hareket ediyor. Evimiz dediğimiz bu mekan bizi beslemiyor, güven vermiyor.

Korkuyoruz. Yarından, öbür günden. Geleceğimizden. Hem de sadece kendi geleceğimizden değil, çocuklarımızın ve onların çocuklarının geleceğinden. Bir gün biteceğinden öyle eminiz ki. -Galiba bunu da biri anlatmıştı bir öyküde.- 

Öykü gittikçe dibe çekiyor. Çıkış yolu yok gibi. Kitabın son sayfalarına çevirip birkaç iyi satır okusak belki rahatlayacağız ama kitap bizim elimizde değil ki!

Sahi, bu öyküyü kim anlatıyor? Tanrı mı? Bu onun öyküsü müydü? Belki kitap ondadır?

Unuttuk. Tanrı kitap okumaz, o sadece yazdırır.

Kitabı yazan biziz.

O sensin, o benim…

Sonsuzluk içinde insan sonsuzluğu anlayamayan algısıyla öyküler yazar kendine. Kimi mutlu sonla, kimi mutsuz sonla biter.

Öyküyü yazmak için kelimeleri kullanır, kelimeleri bulmak için zihnini, zihnini çözmek için bilgiyi kullanır.

İnancı unutursa insan, öyküleri asla mutlu sona ulaşmaz. Hayal gücü cenneti de cehennemi de yaratabilir kolayca.

Mutlu son için masumiyet ve sevgi gereklidir ve de inanç… Noel Baba’nın mektuplarını okuyacağını ve dileklerini gerçekleştireceğini düşünen bir çocuğun masumiyeti ve inancı. İçindeki çocuğun masumiyeti ve inancı.

Gerçekleşmeyen bir dilekle hemen küsmemek gerekir hayata. Hayat zaten en büyük hediye değil midir? Yeni bir dilek için her zaman yer vardır.

Evet, artık biliyorsun. Yaşamın öyküsü sensin. İstediğini anlatabilirsin. İnanıyorsan eğer  anlattığın herşey gerçek olur.

Sen ve diğerleri bir araya gelip öykü anlatmaya başladığınızda bu büyük yaşamdır. İnandığınızda anlattığınız herşey gerçekleşecektir.

Ve  bütün bunlar zaten bir öykü ise  şimdi rahatça arkana yaslan… En sevdiğin köşede, en çok sevdiklerinle…

Hadi, çekinme yapabilirsin, artık sen anlatmaya başla… Neredesin? Ne yapıyorsun? Neler oluyor? Anlat…

Biz hepimiz, heyecanla ve merakla seni dinliyoruz. Kelimeleri sen seç. Öyle kelimeler seç ki öykü senin istediğin öykü olsun.

Unutma, her öykü ustası anlatmaya ilk başladığında seninle aynı yerde duruyordu. Yaşam ancak yol aldıkça ustalaştırır insanı. Ustaların öyküleri o kadar güzeldir ki nesilden nesile aktarılır, dilden dile, gönülden gönüle akar, yaşar, yaşatırlar.

Her mektup “sahibine” ulaşması dileğiyle gönderilir, her öykü dinlendikçe kıymetlenir. Yine de yazan bilir ki tüm bunların asıl sahibi kendi içindedir. Biz bütün yaşam öykülerimizi kendi ruhumuzla konuşurken yazarız. 

Artık işi şansa bırakma, çünkü aslında şansa ihtiyacın yok, sadece içindeki çocuğun ruhunla konuşmasına izin ver. En güzel öyküleri dinleyeceğinden emin olabilirsin…

Kuzey Kutbu’ndan,

Noel Baba’dan sevgiler.

Mutlu Yıllar…





Zamanın Sonu…

17 12 2011

Bitti.

Bildiğin zaman aslında bitti.

Artık günlere, aylara ve yıllara ihtiyacın olmayacak.

Zihnin zamanı sona eriyor…

Varoluş sonsuzdur, aslında zaman yoktur.

Bunu hiç düşünemedin mi?

 …

Duyuyorum, düşünen zihnin itiraz ediyor.

Bana onlarca sebep sayabilir, biliyorum, bir sürü açıklama yapabilir.

Düşünen zihin bilgiyi sever.

Ancak, zaman sadece senin zihninde var.

Sadece senin zihnin geçmişi yargılıyor ve gelecek için endişeleniyor.

Geçmiş ve gelecek.

Zihin zaman cetvelini sever.

Zaman hakim olmasını sağlar, geçmişe, geleceğe ve sana.

Tabii ki sen de düşünmezsin doğal olarak.

İsa’ya sorarlar: “Tanrı’nın krallığında en benzersiz şey ne olacak?” diye. 

“Zaman olmayacak.” diye yanıtlar. 

Ne tuhaf bir yanıt!

Zaman olmayacak… Neden en önemli şey bu olsun?

Bize bugüne kadar onlarca şey anlatılmadı mı?

Onlarca güzellik Tanrı’nın krallığına ait.

Zamansızlık ne demek?

Ve neden bu kadar önemli olsun ki?

-Ya, sen… neden takvim bitiyor diye bu kadar endişeleniyorsun?-

İnsanın krallığında zaman hükümdardır.

Doğduğun an kum saati senin için ters döner, geriye sayış başlar.

Zaman kısıtlıdır.

İnsan en iyisini ister, zamanını en doğru şekilde değerlendirmek ister.

Sorsalar son dakikalarını yaşayan birine “Dünyadaki en büyük hazine nedir?” diye, “Zaman” der…

Ömrü bir dakika bile uzatmak paha biçilmezdir.

İnsanın krallığında zaman korkuyla hükmeder.

Mutlu hissediyorsan çabucak geçiverir, mutsuz hissesiyorsan bitmek bilmez.

Geçen günler kaybedilir, bir daha geri gelmez denir.

Gelecek ise hep orada uzaklarda, bir türlü erişilemeyendir.

Ne geçmişini elinde tutabilen ne de geleceğini yakalayabilen insanın krallığındadır zaman, sadece düşünen zihnindedir.

Ve İsa yine der ki: “Küçük çocuklar gibi olmadıkça Tanrı’nın krallığına giremezsiniz.”

Zihin ve ego yetişkinlere ait.

Onlar “şimdi”yi yaşamak yerine geçmiş ve gelecek hesabı yaparlar.

Oysa bilmezler, “şimdi” sonsuzluğa aittir.

Zamansızdır.

Sadece “şimdi” yaşanabilir.

Yaşam şimdidir.

Geçmiş ve gelecek ise zihinde düşünülendir.

Geçmiş olan zaten yaşanmıştır.

Gelecek olan ise yaşanması hayal edilendir.

Gerçek yaşam sadece “şimdi”ye aittir.

Ve “şimdi” insanın bu bilinen krallığına ait değildir.

O Tanrı’nın krallığına aittir.

“Şimdi” ruhun zamanıdır.

 

İnsan  asla “şimdi”ye önem vermez.

Şimdi çok anlamsızdır zihin için.

Nasıl olsun, zihin hiçbir zaman “şimdi” de olmamıştır ki…

Olamamıştır, çünkü zihin hükmeder, tutsak eder.

Oysa, “şimdi” özgürlüktür.

Artık yaşamayı öğrenmenin zamanı değil mi sence de?

Korkma, sustur zihnini.

Çünkü, ölülerin krallığında ışık ve ümit yoktur.

Neşesiz ve soğuktur.

Nehirlerle çevrelenmiş ölülerin krallığına girmek cesaret ister.

Tüm nehirleri; kederi, üzüntüyü, öfkeyi ve unutulmuşluğu aşmak gerekir.

En önemlisi, dönülemez yemini geçmek gerekir.

O yemin ki, insanı tutsak eder.

Sen tekrar yaşama dönebilmek için korkusuz olmalısın.

Cesur olmalısın.

Kendini ölülerin krallığından çıkaracak kadar cesur.

Çocuklar cesurdur.

Onlar öğretilmedikçe korku nedir bilmezler.

Artık tekrar çocuk olmak zamanı.

Çocuk sadece “şimdi” de yaşar. Ne geçmiş ne de gelecek yoktur.

Çocuk Tanrı’nın krallığında mutludur.

İnsanın bilinen krallığı bitiyor.

İçindeki çocuk seni bekliyor.

Vakti geldi.

Ona kulak ver, özen göster.

İçindeki çocuğu sevgiyle okşayan, kendi ruhunu okşar.

Şimdi, saf, sevgi ve coşku dolu ruhu yaşamanın zamanı.

Yeniden keşfetmek ve sevmenin, bütün olmanın zamanı.

“Şimdi” zamanın sonu…

Zaman bitiyor diye korkma.

Çünkü O, “Yaşa” dedi, “daha fazlası değil, sadece yaşa…”





Yolculuğu kim yapıyor?

11 12 2011

Bu yaşam kimin yolculuğu?

Diye soruyorum kendime…

Güne başladığım her sabah o kadar eminim ki gün bana ait. Dün ile yarın arasındaki bugün, her gün benim yaşam yolculuğumun bir parçası.

Hikayeyi de iyi biliyorum, şimdi anlat deseler çocukluğumdan başlayıp her şeyi anlatabilirim.

Bu benim yaşam öyküm, bundan daha doğal ne olabilir ki?

Tabii, unutkanlıklar oluyor, olsun… İlk birkaç yaşın silik anılarını da anne babamın anlattıkları dolduruyor… Gerisi zaten tüm canlılığıyla zihnimde. İstesem olayları, insanları zihin gözlerimle tekrar görebilir, sesleri ve kokuları tekrar tadabilirim.

Bu benim yolculuğum.

Diyorum kendime.

Arabadan indim, uzun bir yol oldu, direksiyon başında biraz yorulmuşum. Eve yürürken dönüp arabama baktım, yolda beraberdik… Peki ama, yolculuk kimin yolculuğuydu?

Direksiyon başında ben oturuyorsam benim olmalıydı, ama arabam konuşabilseydi belki o da kendi yolculuğunu anlatırdı. Yolu beraber kat etmiştik ne de olsa.

Bedenimin içinde merak ediyorum, direksiyonun başında kim var? Aslında bu yolculuk kimin yolculuğu?

İnsan sadece zihin ve beden olduğunda, ruhu unuttuğunda yolculuk yalnızca sana ait zannedersin. Oysa ruh hemen yanıbaşında, sana senden yakın ve seninle beraber yoldadır.

Ruh bu dünyada yol alabilmek için bedene muhtaçtır. Beden ise manevi yolculuğunda ruha muhtaçtır.

Ruhun uzun yolculuğunu düşününce şimdiki bedenin –bu senin bedenin– geçici bir vasıta olur. Tıpkı uzun yolda sürekli at değiştirmek zorunda olan binici gibi. Atlar yoruldukça yenisine geçmelidir ki hedefe varabilsin. Ruh uzun yolculuğunda hedefe ulaşmayı arzularken beden ona eşlik eder.

Arabanın aksine atlar yolculuğu kendilerine göre yorumlar. Bazıları binicileri ile uyumlu, aynı hedefe sorgusuz sualsiz var güçleriyle koşarken, bazıları kendi arzularına kapılır, başka yollara başka amaçlara yönelmek ister.

Binici atın iyi olması için ona bakıp gözetir, bilir ki at ne kadar sağlıklı ve zinde olursa yolculuk o kadar kolay ve uyumlu olur. İkisi bütün olduklarında güçlenirler.

Binici hoyrat olursa ne ata ne de kendine hayrı olmaz. Ne yol kalır geriye ne de varılacak bir hedef. Her seferinde başa geri döner tekrar denemek için.

At başına buyruk olduğunda ise bütünlük bozulur. At, istediği çayırda koşabilir, istediği kısrağa kavuşabilir belki ama hedefsiz ilerleyemez, zevk alsa da olduğu yerde kalmıştır.

Yol almak için bütün olmak gerek.

Beden ruhun rehberliğine muhtaç, ruh bedenin deneyim ve duygularına.

Yolun yarısı bedene ve bu dünyaya aitse, diğer yarısı ruha ve öte dünyaya aittir.

Ne zaman ki insan ruhu unutur, salt bedene odaklanır, o zaman kaybolur. Aldığı ve almayı arzuladığı tüm zevkler bir süre sonra tatmin etmez olur, ruhu duymayan bir beden mutsuzluğa mahkumdur.

Beden ancak ruhla canlanır. Ruhu reddeden bir beden için yaşama kavuşmak olsa olsa bir hayalden öteye geçmez.

Oysa çok gürültü var, bugün ruhu duymak neredeyse imkansız.

Hem içeride hem de dışarıda çok gürültü var… Herkes birşey anlatıyor, doğduğun an sanki yol haritası belli, şablon hayat. Zihnin görevi ağır, haliyle o da çok konuşuyor, yapılacak çok şey var, elde edilecek, sahip olunacak çok şey. Zihin hesap yapıyor, stratejiler üretiyor, çevreyi gözlemliyor, örnekler seçiyor, arzular ve istekler yaratıyor. İnsanın çok işi var bu dünyada. İnsan yanlış yol haritalarında kayıp. İnsan bir o kadar mutsuz.

Ruhun dünyası ise sessiz, insan ancak sustuğunda duyabilir. Tüm gürültüleri bir kenara bırakıp sessizleştiğinde ruhun kendisiyle konuştuğunu fark eder. Ruh güzeldir ve güzeli sever. Yaşam iyi ve güzel olsun ister. Güzellik insanın ruhunu okşar. Ruh konuştuğunda güzel konuşur, insana yaşamını nasıl iyileştireceğini, nasıl güzelleştireceğini anlatır.

Bütün olmak için ruh bedene, beden ruha konuşmalı. Ruh bedeni, beden ruhu dinlemeli.

Sanki çok uzun zamandır tanıdığın ama hiç yüzyüze tanışmadığın birini görecekmişsin gibi heyecanlı…

Bu bedeni seçip onurlandıran kim? Senden bilge olan kim? Senin onu dinlemeyi arzulayacağın günü sabırla bekleyen kim? Seni sen yapan, hep yanında olan ve hiç yalnız bırakmayan kim? Yolculuğun asıl sahibi kim?

Şimdi onu duymak için sessiz kalmayı öğrenebilirsin… Ruhunun mevcudiyetine saygı ile dinle… Bil ki ruhun, var olmanın kaynağı, yolculuğunun rehberidir.





“Ah… Samsara!”

29 11 2011

“Bir damla suyun hiç kurumamasını nasıl sağlarsın?”

 

Nereye gidiyorsun?… Arzularının peşinde…

Onlardan biri senin olduğunda bilmez misin bir sonrakini arzulayacaksın.

Nereye gidiyorsun?… Hedeflerinin peşinde…

Yaşamını tek bir amaca feda ettiğinde bilmez misin bir diğerini düşleyeceksin.

Nereye gidiyorsun?…

Nereden geldiğini bilmeden.

“Her deneyim Yol’u bulmaya yardım eder.”

“Binlerce arzuyu geçekleştirmek mi? Yoksa tek bir şeyi fethetmek mi?

Hangisinin önemli olduğunu söyleyebilir misin?”

Yaşamın tüm hazlarını tatmak, belki her seferinde “işte, bu!” diyerek süregelen bir arayışta olmak. Oysa, bulduğun hiç bir zaman “o” değildir.

Sen de bilirsin, bu zevk geçecek, içinde bir sonraki için bir arzu uyanacak ve tekrar başa döneceksin…

Yaşamın tüm hazlarından elini çekmek, her gün “belki, bugün?” diyerek beklemek. Günler geçse de gelen “o” değildir.

Bilirsin ve her gün en başa geri dönersin…

İnsan bekler.

Bütün olmayı özler. Ait olduğu yerde olmak, ait olduklarıyla birlikte olmak…

Her ayrılık kavuşmayı bekler.

Sonsuz bir döngüde doğar ve ölürüz.

Ruh insanda doğar, ebediyetten ayrılır, “Yol”u yaşamdır… Edediyete tekrar kavuşacağı günü bekler, bunu bilir ve özler.

İnsan bedende doğar, özden ayrılır, “Yol”u yaşamdır. Zamanı dardır, ebediyete tekrar kavuşacağı günü bekler, bunu bilir ve korkar.

Samsara, yaşamın akışı… Yeniden doğuş döngüsü.

Ruhun ve bedenin içiçe geçmiş süregelen yolculukları.

Bir tarafta bilinç öte tarafta tutkular, arzular, istekler, duygular ve deneyimler…

Bu sürükleniş, bir anlamda, bir ilerleyiş ve dönüşüm.

Yaşam ayrılık ve kavuşmalarla ilerler. Ruhun yolculuğunda da insanın yolculuğunda da bu değişmez…

Bir de yaşamın durduğu bir “an” vardır; ayrılıp da kavuşamadığımız zaman.

Biz ilerliyoruz zannetsek de o “an”da yaşam durur …

Kavuşurken “hoşgeldin” uğurlarken “güle güle” deriz.

Oysa ruhun vedalaşması ve kavuşması gizlidir, gizemlidir.

Ruhun dünyasında hangi sözcüğün söylendiğini bilmeyiz.

Kavuşmayı ve bütün olmayı isteyen ruh için ayrılık derin bir yaradır.

Biz istediğimiz kadar “hoşgeldin” diyelim, ruh kavuşmadıysa söylenen sadece boş bir sözdür.

Ve biz istediğimiz kadar  “güle güle” diyelim, ruh bırakmıyorsa ayrılan yoktur.

Ayrılmak ve kavuşmak için ruhun izni gereklidir… Tüm gerçek ayrılıklar ve tüm gerçek kavuşmalar ruhta olur.

Tek bir söz yeterlidir… “Evet…” “Lütfen…

Ancak ruhun izni alındığında, hareket gerçekleşir.

Görmesek bile bu izni içimizde hissederiz.

Şimdi sor kendine “Nereye gidiyorum?

Ruhun neye kavuşmak istiyor?

Bil ki ruhun ona kavuşmadan sen huzur bulamazsın.

İşte bu yüzden, izin ver…  Rehberin ruhun olsun.

Unutmak, reddetmek en büyük ayrılık. Hatırlamak, kabullenmek en büyük kavuşma. Ruhumuzun üstündeki ruh her şeyi hatırlar ve kabullenir, unutan ve reddeden sadece insandır. İnsanın içindeki ruh ancak saygı ve sevgiyle hatırlayıp kabul ettiğinde huzur bulur.

“Bir damla suyun hiç kurumamasını nasıl sağlarsın?”

“Onu denize atarak…”

 

Zaman ruhunu denize kavuşturma zamanı.

Ruhun denize, sen ruhuna, yaşam sana kavuştuğunda,

Herşey ve herkes ait olduğu yerde olduğunda diyebilirsin:

“Şimdi, herşey bütün!”






Anne ve Baba için…

18 11 2011

Yeryüzünde su gibiydim

Isındım buharlaştım

Bulut oldum,

Gökyüzünde su gibiydim

Soğudum yoğunlaştım

Yağmur oldum,

Bir aşağıda bir yukarıda

Sonsuz bir devinimde

Hep var oldum…

 

Yağmur damlası yeryüzüne inerken kapıyı açıp sevgi ve cesaretle “hoşgeldin” diyen her anne ve baba için…

Sonsuz şükranlar.

 

Hayat Armağanı

“Sevgili Annem

Senden aldığım hayatı, bütün getirdikleriyle kabul ediyor,

Ödediğin bedeli

Benim ödeyeceğim bedeli biliyorum.

Sana mutluluk vermek için

Bir anımı boşa geçirmeden,

Hayatımı dolu dolu yaşayacağım.

Hayatıma sıkıca sarılıp onurla yaşayacağım.

Senin bana verdiklerin gibi

Ben de benden sonrakilere vereceğim.

Seni annem olarak kabul ediyorum

Sen de beni çocuğun olarak kabul et.

Sen benim annemsin, ben senin çocuğunum.

Sen büyüksün, bense küçük.

Sen verirsin, ben alırım.

Sevgili Annem

Babamla evlendiğin için çok mutluyum.

Sizler benim için tek anne babasınız.

Sevgili Babam

Senden aldığım hayatı da bütün getirdikleriyle kabul ediyor,

Ödediğin bedeli

Benim ödeyeceğim bedeli biliyorum.

Sana mutluluk vermek için

Bir anımı boşa geçirmeden,

Hayatımı dolu dolu yaşayacağım.

Hayatıma sahip çıkıp onu zenginleştireceğim.

Senin bana verdiklerin gibi

Ben de benden sonrakilere vereceğim.

Seni babam olarak kabul ediyorum

Sen de beni çocuğun olarak kabul et.

Sen benim babamsın, ben de senin çocuğunum.

Sen büyüksün, bense küçük.

Sen verirsin, ben alırım.

Sevgili Babam

Annemle evlendiğin için çok mutluyum.

Sizler benim için tek anne babasınız.

Bu sözleri anne babalarına huzur içinde söyleyebilen kişiler, kendilerini bütün hissederler.”*

 

Yaşam güvenle kabullenmektir. Verileni sorgulamadan almak ve teşekkür etmektir.

İnsan için en anlamlı armağan anne babasından aldığı hayat armağanıdır. Bu sorgulanamaz, yargılanamaz.

Değiştirmek istemek reddetmektir. Hayat armağanını reddeden, anne babasını ve kendini onurlandırmayan, yaşamı reddeder.

Anne ve babanın reddi, kendini inkar demektir, var oluşunu inkar. İnkar eden boş ve eksiktir, tek çabası ise boşluğu doldurmak ve kendini gerçekleştirmek olur. Beyhude bu çaba asla sonuca ulaşmaz.

İnsan ancak kabullendiğinde bütündür.

Yaşamı reddedenin tek kazanacağı, hastalıklar ile kayıplardır.

Yaşam bütün olmak ister, ancak bütün olduğunda sağlıklı ve güzeldir.

 

Şimdi, bütüne çevir gözlerini, nerede olduğunu hatırla, bu evrende, bu dünyada sonsuz varlıkla berabersin.  

Kim olduğunu hatırla.

Sonsuz denizdeki su damlası…

Sadece sev ve kabullen, bırak sonsuzluk içeri aksın…

 

* Sevgiyle Yükselmek, Bir Oluş Felsefesi, Bert Hellinger





İhanet, hüsran, hayal kırıklığı

16 11 2011

Dedi: “Bekliyorum…”

Sordu: “Neyi?”

“Şimdi sessiz

Güneşin doğmasını

Seslerin, doğanın, insanın uyanmasını

Günün getireceklerini

Heyecanları, mutlulukları

Zenginliği, keyifli anları

Saatlerin ilerlemesini

Zamanın akışını

Mevsimin dönüşünü

Yaşamın akışını

İsteklerin doğmasını

Arzuların gerçekleşmesini

Sevmeyi, sevilmeyi

Özlemeyi, kavuşmayı

Dinlemeyi

Ve -yeniden- sessizliği

Geceyi

Uykunun dinginliğini

Tekrar uyanmayı

Dünyanın devamını

Beklediğimin olmasını…

Sordu: “Oldu mu?”

Dedi: “Bilmiyorum, beklerken fark etmedim…”

İnsan bekler. Ama, bu durağan bekleme değildir. Bu aktif istemedir. İnsan beklentilerle doludur, yaşam beklentilerle ilerler. Beklenen gelmediğinde, istenen olmadığında, gelen hüsran, hayal kırıklığı ya da ihanettir…

Yaşam, beklenti ve ihanet arasında dokunan kumaş gibi, bazen sarmalar insanı ısıtır, bazense ellerinin arasında sökülür iplik iplik.

“Bekliyorum..

Annemin beni beslemesini

Babamın korumasını

Eşimin sevmesini

Çocuklarımın gurur duymasını

Takdir edilmeyi, güvende olmayı,

Kontrol edebilmeyi, özgür yaşamayı

Sevgiyi, ait olmayı, zenginliği, sağlığı, mutluluğu

Yaşamın beni fark etmesini

Bende olanı kutsamasını

Bekliyorum…”

Sordu: “Neyi?”

Dedi: “Hepsini ve hiç birini…

Bekliyorum, aslında sadece kendimi…”

Beklediğin bir tek kendinsin, senin hazır olman… Bil ki zaman hiç gelmez, zaman hep o an’dadır, senin hazır olmanda.

İnsanın en büyük ihaneti kendinedir, kendini unutmuşluğuna.

Sihirbazın şapkasından çıkan mucize gibi, beklediğin senden gelecek. Boşuna gözlerini dışarıya yönlendirme, içine bak. Bu, yaşamın sihiri, sihirbaz da sensin…


Bir öykü – Aşil’in Topuğu

“Yarı tanrı, kahraman Aşil (Akhilleus) ölümlü bir baba olan Peleus ile bir tanrıça olan Thetis’in oğludur. Thetis oğlunu o kadar çok sever ki onun da ölümsüz olmasını arzular. Tek yol vardır, oğlunu ölümsüzlük nehri Styx’de yıkamak. Başka hiçbir şey düşünmeden bunu hemen yapar ancak, elini suya değdirmemesi öğütlendiği için, onu sol topuğundan tutup suya batırır. Tanrıların düzenine olan ihaneti onun için bir annenin sevgisi ve fedakarlığı demektir. Düzen ise kendini korur, Kahraman Aşil hala bir ölümlüdür. Sadece topuğundaki ıslanmayan o noktadan alacağı bir darbeyle yenilebilir ve öldürülebilir. Efsaneye göre, Aşil, düzenin getirdiğine uyar, sonunu ve öleceğini bildiği halde gücünün gereğini yapar ve Helen’i geri almak için yapılan Truva Savaşı’na katılır, Truva prensi Paris ile savaşır. Paris’in attığı zehirli bir ok Aşil’i sol topuğundan vurur ve ölümlülüğünün gereği yerine gelir, kahraman en zayıf noktasından aldığı ölümcül darbeyle yaşamını yitirir.”

Aşil’in tanrıça annesi bütün anneler gibi çocuğunu koruma içgüdüsüyle onu ölümsüz yapmak istedi. Ancak, yaşam bize verdiği tüm gücün yanı sıra değişmez bir kuralla zayıf bir nokta da verir. Gücünüz ne kadar büyük  zayıf noktanız ne kadar küçük olursa olsun denge aynıdır.

Tanrıça yarı tanrı oğluna ölümsüzlük vermek isteyerek bir anlamda yaratılışa ihanet etti. Korumak için.

İhanet ise hüsranla kardeştir, birbirlerinden ayrılmazlar.

İnsan tanrıya, Havva Adem’e ihanet etti. Bilgi için.

Şeytan tanrıya, insan doğaya ihanet etti. Güç için.

Ve sonra insan insana ihanet etmeye başladı… Ün, sevgi, para, güç, ve diğer tüm hırsları için.

Oysa var oluşun gerçek doğası iyilik ve güzelliktir… Peki o zaman, hırs, itaatsizlik, bilgi, sevgisizlik ve ihanet… bunlar nedir?

Bedenin ihaneti hastalıktır.

Kendine ihanet sevgisizliktir.

Her beklentinin ihaneti hüsran, hayal kırıklığı, kırgınlıktır.

İhanet kendine yalan söylemektedir. İhanet doğal olanı ve yaşamın düzenini reddetmektir. Verileni almamaktır. Yaşamı kabullenmemektir.

O yüzden hastalanır insan. Kendine verilen yaşamı sevgiyle almayı reddeder, yaşam reddedildiğinde geriye ölüm kalır. Sonra korkar ölümden. “Yaşamak istiyorum ama tüm hırslarımla, yok mu bunun bir yolu?” diye düşünür. Yoktur. Yaşamın gerçek doğası iyilik ve güzelliktir. Yaşam aldığın kadar ver, verdiğin kadar al der. Yaşam sev der, herkesi, herşeyi ve kendini.

Kendini sevmeyen bedenine ihanet eder. Sonra “Bedenim neden bana ihanet ediyor?” diye düşünür.

İhanet varsa, intikam kapıda bekler. “Tek panzehir benim” der. İntikam hırs dünyasına aittir. Yaşamın gerçek doğası ise iyilik ve güzelliktir ve tek panzehir affetmektir. Affetmek için olanı kabullenmek gerekir. Yaşamın düzenini kabullenmek.

Kabullenmek bazen sabır, metanet ister. Kabullenmek baş eğmek demek değildir. Kabullenmek görmek demektir, bütünü görebilmek.

Ceza kişiye özgürleşme fırsatı verir. Gönüllü olarak, kişinin kendi isteğiyle yapacağı bir uzlaşma ve barış çağrısı. O zaman kefaret ve affedilmek için, özür için bir çaba olur. Eğer cezayı dışarıdan verirseniz bu intikamdır, işlevini ve anlamını yitirir. İntikamda değişim yoktur, intikam kısır döngüde var olur, dengeyi yerine koymaz. İçinde iyilik yok, yaşamın geçek doğasına ait değil.

Affedicilikte ise değişim ve gelişim vardır. Her iki taraf için de özgürleşme vardır. İntikam sizi sonsuz bir zincirle karşı tarafa bağlarken, affedicilik özgürleştirir. Kefaret, gönüllü olarak, hissedilen duygu karşılığında verilir; hüsran için hüsran, hayal kırıklığı için hayal kırıklığı, üzüntü için üzüntü.

Kefareti siz istemeseniz bile yaşam mutlaka ödetir, denge için. Yine de yaşamın ödettiği kefaret gizemlidir, ne zaman, nerede ortaya çıkacağı bilinmez, insan bağlantıyı kuramaz, sebebini çözemez ve özgürleşmek gittikçe zorlaşır.

Bizler gelişir ve öğrenirken sürekli hata yaparız. Yaşamın dengesi için sürekli iyilik yapılması gerekir. Unutmamak gerekir ki, uzlaşmadan kalan her ihanet denge için bir fırsat bekler.

Çünkü, yaşamın düzeninde alınır ve verilir, nefes gibi. Tek yön yoktur, çift yönlüdür. Her ne aldıysanız onu vermek zorundasınız ve her ne verdiyseniz onu almak zorundasınız. Bu doğal döngüdür.

Bugün yaşam sanal diyoruz, suni yani gerçek değil. İnsanın kendine bir başka ihaneti, kandırmaca, olmayanı yaşamak.

Eğer fiziksel beden ile var oluyorsan bu dünyada fiziksel bir yaşam yaşa. Dışarı çık, dokun, kokla, gör, duy, hisset, tad al. Yaşa.

En büyük ihanet, insanın yaşamı, kendini reddetmesi. İntihar, en büyük günah.

Sevgiyi reddetmek, iyiliği reddetmek, istekleri reddetmek, insanları, bir diğerini reddetmek.

Ne zaman umursamayız, görmezden geliriz, o zaman yok etmeye başlarız. Bedenimizi, çevremizi, doğamızı, dünyamızı, kendimizi.

Var oluşu reddetmek.

Olanı kabullenmeyi reddetmek. Gerçeği görmeyi reddetmek. Yaşamı dinlemeyi reddetmek.


Yaşamı hem gözleri kapalı, hem açık yaşamak demek, kendine doğru olmak, kendini tanımak demek. Reddetmeden kabullenmek demek… İnsan öğrenmeli..

Gözleri kapalı dokunmayı

Gözleri açık anlamayı

Gözleri kapalı duymayı

Gözleri açık affetmeyi

Gözleri kapalı koklamayı

Gözleri açık kucaklamayı

Gözleri kapalı tatmayı

Gözleri açık paylaşmayı

Gözleri kapalı görmeyi

Gözleri açık sevmeyi

Gözleri kapalı yaşamayı

Gözleri açık yaşamayı…

İnsan şimdi buradayken öğrenmeli…






Sınırın Ötesinde: Gelecek

11 11 2011

Yanıtı hep uzakta ararız.

Yanıt içerikli olmalıdır.

Basit ve kolay ulaşılan yanıtlar bizi şüpheye sürükler…

Gerçekten de böyle mi?“…

Sorgularız, tatmin olmayız bir türlü.

Oysa hep “içine dön” der öğretiler… İçine bak.

Bunu öğrendik ya, ruhsal anlamda bakmaya çalışırız içeriye, bakarız “öz”de ne var…

Ama, bir de yaşayan organizma var elimizin altında, beden. İçeri bakarken onu unutmamak gerek.

İçine bak. Yanıt sana en yakın yerde; içinde…

Hücrelerimizin isimleri olsaydı -Ahmet, Mehmet ya da Zeynep- kaç isim var olurdu içimizde?

Sayısız.  Ben bunları yazarken bedeniminde milyonlarca hücre doğuyor ve milyonlarca hücre ölüyor. Yine de genel bir rakam verecek olsam 100 trilyon civarında diyebilirdim…

Bunların çoğu ancak mikros­kopla görülebilecek kadar kü­çük. 40.000 kırmızı kan hüc­resi bir “O” harfinin içini ancak doldurabiliyor. Bazı tek hücreli organizmalar bağımsız hayat sürüyorlar, diğerleri ise organize gruplar halinde dağınık bir şekilde yaşıyorlar. Siz bu satırları okurken, sinir hücreleriniz, ne okuduğunuza dair mesajları beyine iletiyor, göz yuvarlak­larınıza bağlı kas hücreleri gözünüzü sayfa üzerinde gezdirebilmenizi sağlıyor. Tek başına bir hücre tüm işletim, haberleşme, yönetim sistemleriyle bir şehir yapısında çok işlevli ve bütün.

100 trilyon varlık yaşamını sürdürüyor bedeninizde.

Ya gözlerimi bedenimden dışarıya, dünyaya çevirsem kaç isim sayabilirdim dünya üzerinde?

Şimdi 7 milyar kadar oldu… Çoğalmaya devam ediyor.

Peki, gözlerimi biraz daha öteye, dünyadan uzağa, gökyüzüne çevirsem kaç isim sayabilirim evrenin
içinde?

Görünür evrende tahmin edilen yıldız sayısı 30 milyar trilyon…

Evrene göre dünya bir hücre, dünyaya göre siz bir hücresiniz, size göre bedeniniz hücelerden oluşuyor. Tek tek ismini sayamadığımız, varlıklarının bile farkında olmadığımız milyarlarca var oluş. İç içe… Bize göre birbirine yabancı.

Halbuki, var oluş sistemi siz farkında olsanız da olmasanız da, bilseniz de bilmeseniz, tanıdık ya da yabancı görseniz de işliyor. Bütünün refahı birbirleriyle olan uyumlarına bağlı… Her gün milyonlarca hücre ölürken milyonlarcası doğuyor. Bu devamlılık demek ya da süreklilik.

Hücrelerle tanıştığınızda disiplinli varlıklar olduklarını görüyorsunuz. -Böyle isimleriyle bakınca onları sevmeye başladım, tanışıklık iyi geldi.- Kendi yaşamlarını idame ettirecek her türlü donanıma sahipler. İhtiyaçları olanların bir bölümünü -enerjileri buna dahil- kendileri sağlıyor, geri kalanını dışarıdan alıyorlar. Son derece seçici ve titiz, hiçbir başıboş gezinen madde hücrenin izni olmadan içeri giremiyor. İçeride lüzumsuz hiçbir molekül yok. Dışarı çıkışlar da aynı titizlikte. Bu yaşam formu normal şartlarda kendini idame ettirebiliyor, koruyabiliyor, yaşatabiliyor ve devamlılık sağlayabiliyor.

Peki, ne zaman bu mükemmel düzen bozulur? 

Hücrenin yapısı bozulduğunda… Her hücre doğduğu andan itibaren yaşam programı ile birlikte ölüm programına da sahip, buna kontrollü hücre intiharı diyorlar. Sirkülasyon yenilenmeyi sağlamak için… Ancak, bazen hücreler anormal davranışlar sergiler ve düzeni bozarlar, mesela bölünüp çoğalma komutu etkisini yitirir ve hücre kontrol edilemeyen bir şekilde büyümeye başlar ya da hücre zarı kalınlaşır, hücrenin dış dünyası ile bağlantısını ve iletişimini keser. Sonuç bizim tabirimizle “hastalık”.

Bugün, bedenlerimizin hastalandığını deneyimleyebiliyoruz. Yine bugün bazıları dünya hasta diyor. Biliyoruz ki dengeler bozuldu.

Şimdi yapılan tüm çağrılar dengenin yeniden kurulabilmesi için. Evren-dünya-insan arasındaki ilişkide birine özen gösterirken diğerini unutmadan. İnsan önce kendi dengesi ile başlamalı değişime.

Uyum ve sevgi ise bütünlüğün kabulüdür.

Sınırları seviyoruz, güven ve sahiplenme duygusu veriyor. Dünya üzerindeki hücreler -her birimiz isimlendirilmiş güzel varlıklar- olarak biz de hücre zarları içinde yaşıyoruz. Görünen sınırlar dış dünya ile iletişimi ve alış verişi kolaylaştırıyor. Bana ait olanlar, sana ait olanlar… Almam gerekenler, vermem gerekenler… Sirkülasyon ile sağlıklı bir yaşam…

Bu kadar basit ama keşke bu kadar kolay olabilseydi… Dedik ya insan karmaşık şeyleri daha çok seviyor, öyle değilse de karmaşıklaştırıveriyor.

İnsanın sınırları maddesel bedenin ötesinde zihninde ve ruhunda da var olmaya devam eder. Bana ait olan; yani artık alışkanlığım ve asla vazgeçmek istemediğim. Sana ait olan, benim olmayan ve aslında benim  olmasını istediğim. Almam gereken; ama istemediğim, vermem gereken; ama bırakamadığım…

Kısaca, var oluş düzeninin ve yaşamın reddi. İkilem dünyası.

Hücreyi hasta eden komut karmaşası gibi, bir emir şimdi büyüme derken diğeri bölünüp çoğalabilirsin diyor. Bir tarafınız bunu yapma derken diğeri bunu istiyorum diyor…

Statüko tuhaf bir durum. Rahatlık alanı. İkilem dünyası bizi zorlarken statüko çöldeki vahaya benziyor. Bir bebeğin rahatlatıcı oyuncağı gibi içinde kendimizi rahatlattığımız bir konum. Sahip olma ve bildiklik rahatlığı. İkilemden kaçarken “Evet, işte şimdi böyle iyiyim” düşüncesi ile birlikte kendimizi bağladığımız bir sabitleyici… Zaten denge yoksa yürümektense durmak daha iyi. Ama nereye kadar durabilirsiniz?

Bildiğiniz her şey geçmişe aittir. Gelecek bilinmeyendir…

“Korkuyorum?”

“Neden?”

“Bilmiyorum?!”

İnsan güven ister, bilmek ister. Gelecek ise hep bilinmeyenin perdesi arkasına saklanmayı sever.

O halde sınırı çizmek gerek! 

Bilinmeyenden korumak için kendinizi, sınırı çizdiğiniz anda hücre zarınız kalınlaşmaya başlar. Artık giriş çıkışlara izin yok. Sınırın bu tarafı geçmiş. Öte tarafı gelecek. Sınırı çizdiğiniz anda kendinizi geçmişe hapsettiniz. Artık bildiğim yerde, bildiğim yaşamda, bildiğim “ben”deyim. Ne yazık ki bildiğim her şey geçmişte kaldı…

Yaşam değişir, değiştirir.

Yavaş yavaş olduğunda değişim fark edilmiyor. O zaman korku yok. Kimse akşam yatıp sabah yeni bir “ben”e uyanacağı endişesi ve paniğini duymaz, keyifle uykuya teslim ederiz kendimizi.

Düşünmeyiz, uyku ölüm gibidir. Her sabah güneşle birlikte bizler yeniden doğarız. Korkmayız, akşam neşeyle yatıp sabah huzursuz kalkmış olsak bile, hâlâ her şey aynıdır bize göre. Günü planlarız, bilinmeyen bildik olur, güven duyarız. Ve ertesi günü de planlarız hatta yaz için tatil planı, daha da ileri gidip emeklilik için yatırım planı yaparız… Yaşam güven dolu gözükür bize. Kontrol bizdedir.

Yaşam ise sadece kendine güvenir ve değişir. Değişirken değiştirir. Biz bu esnada neyi kontrol ediyoruzdur?

Bedenimizdeki 100 trilyon hücrenin doğumunu ve ölümünü mü? Evrendeki 30 milyar trilyon yıldızın döngüsünü mü?

Gelecek bilinenin içinde bilinmeyendedir. Sınır ötesinde. Orada var oluşun kendi ritmi, uyumu ve sistemi mevcut. Sistem kontrole ihtiyaç duymaz, her şey olması gerektiği gibidir. Kontrol etmek isteyen, edebilirsin diyen sadece bizim zihnimiz, statükoya bağlılığımız; o zihin “değişim benim istediğim gibi olsun” der.

Yaşam ise kendi akışında olduğunda sağlıklıdır. Kendi ritmine, döngüsüne sahiptir. Sınırlar çizildiğinde, hücre zarı geçirgenliğini yitirdiğinde, biz izin vermediğimizde hastalanır. Önce insan hastalanır, sonra dünya… Ve sonra yaratılış düzeni devreye girer, durumu dengelemek için.

Geleceğe ilerleyebilmek için gözleri de ileriye çevirmek gerekli. Sınırın geçirgen olması, şimdi gerekeni almak ve şimdi gerekmeyeni vermek için cesaret gerekli. Şimdi gereken veya gerekmeyen dün ile ölçülemez. Dün geçmişte kaldı. Her zaman yaptığınız artık sizin için en iyisi olmayabilir. Yaşamı anlamak için yaşamı okumayı öğrenmeli. Ve her değişime teşekkür etmek gerekli, sağlıklı yaşama imkan verdiği için.

Sağlıklı yaşam.

Kişi için önce kendi bedenini uyumlu ve dengeli hale getirmekle başlar. Maddesel beden ihtimam ve ilgi ister. İyi beslenmesi, temiz ve hoş tutulması gerekir. Manevi beden de kendini beslemek arındırmak ister. Her iki beden arasında uyum ve alış veriş olmalı, eğer hücre zarınız kalınsa ve sınır sert çizildiyse -aşırı maddiyat ya da maneviyat- iletişimleri kesilir, o zaman insan yaşamdan uzaklaşır. Katı olmayın.

Sonra kişinin kendi geçmişi ve geleceğini birleştirmesi gerekir. Sınır çizgisi kalınsa geçit veremezler birbirlerine -ya geçmişte yaşar insan ya da geçmişi görmezden gelir sadece gelecek için çalışır-, bütünlük kaybolur… Geçmiş geleceğe yürüdüğü yoldur insanın. Yol benzer olabilir, belki de tamamen farklıdır ve yabancı ama geçmişten gelir adımlar ve ilerisi güvenle keşfedilmeyi bekler…

Güven yoksa korku vardır, korku varsa sınır vardır, sınır varsa yaşam yoktur, yaşam varsa güven vardır.

Özgür iradesiyle seçebilir insan, bedenindeki hücreler gibi bir görev verilmemiştir doğumunda. Ancak, görev vardır, kendini tanıması beklenir ve kendini geliştirmesi. Her ne kadar görev başta verilmediyse de herkesin bir yapacağı vardır bu yaşamda. Kendini tanıdığında ve yaşamı okuduğunda bugün nereye uyum sağladığını, neye ihtiyacı olduğunu ve yarın nereye gideceğini bilir.

Tıpkı bedeninizdeki hücrelerin yalnız olmadıklarını bildikleri gibi, evet bir hücre zarı vardır etraflarında ama esnek ve geçirgen. Her hücre kendi ritminde güvenle işlevini yerine getirir, yaşar ve yaşam verir. Bütünün içinde.

İnsan da artık yalnız olmadığını fark etmeli. Pasaport kontrol sadece zihnimizde. Onu dış gerçekliğe taşıyan bizden başkası değil. Var ettiğimiz gibi yok da edebiliriz. Bu dünya üzerinde birlikte nasıl yaşadığımıza bir bakın, sonra bedeninize bakın. Bu yaşamdaki uyumu ve uyumsuzluğu hemen görebilirsiniz. İkisinin de dilleri aynı, okumayı bildiğinizde farkı yok.

Bütünlük uyum demektir.

İnsanın şimdi, uyuma, güvene ve sevgiye ihtiyacı var. Alması gerekenler bunlar. Bırakması gerekenler ise korkuları ve yabancılaşması.

İnsan, bu dünyada geleceği yaratan.

Gelecek uzakta değil, hemen sınırın ötesinde, insan için sevgi ve güvenle yürünecek bir yol mesafesinde.





Kalbin Yolu…

2 11 2011

“İnsan nedir?”

Bu sefer “Kimdir?” diyemiyorum… Oysa biz “Ben kimim? Sen kimsin?” sorularına daha alışkınız.

Ancak, insanın “kim” olduğunu sorgulamadan önce “ne” olduğuna bakmak daha anlamlı.

Önce var oluş gelir, isim ve tanım onu takip eder… Varlıkların işlevini ve var olma amacını bilmeden adlarını öğrenmenin pek bir anlamı yok.

İnsanın “insan nedir?” diye sorması biraz tuhaf gözükebilir. Bilmiyor olabilir miyiz?!.. Bugüne kadar bizler insan için bir sürü tanım geliştirdik. Yine de, kendimizi hayvanlardan ayırmak -ki hala bir çok konuda karşılaştırıyoruz- ve dünyadaki yaratılışın en üst seviyesi olarak tanımlamak belki de “ne” olduğumuzu anlamak için çok da yeterli değil.

Da Vinci’nin Vitruvius Adamı, insanlığı ya da mükemmel insanı temsil ediyor. Ona “evrensel adam” da diyorlar. Uzayda bile insanı temsil etmek için kullanılabilecek bir çizim. Ne kadar mükemmel olsa da sadece fiziksel bedeni anlatabiliyor.

İnsan ise daha kompleks bir yapıya sahip; madde, düşünce, duygu ve enerjiden oluşan bir matriks. Yaşamı belirli bir görüş çerçevesinde tecrübe eden “farkındalık“, beden içindeki “şahit“, “yaşam“ın kendisi, yani “hayal gören“…

İnsan olarak,”hayal gören” olabilmek için duygu ve düşüncelere, “yaşam” olabilmek için maddesel bedene ihtiyacımız var. İnsanın kendini en iyi haliyle ifade edebilmesi içinse bu bütünün dengede olması ve birlikte uyumlu işlemesi şart. Bu ögelerin birinden biri dengesini yitirdiğinde, bütün de dengesini yitiriyor ve bizler yavaşça insani özelliklerimizi kaybetmeye başlıyoruz.

Oysa bu yaşamı “insan” gözüyle deneyimlemeye geldik. Bu yüzden önceliğimizi bu var oluş formumuza vermeliyiz.

“İnsan olmak” ne demek?

Var olma döngüsünde insan yaşama “büyük potansiyel” ile başlar, tabula rasa yani “boş levha”. Biz buna saf ve temiz olmak da diyoruz, içinde her şeyi yetiştirebileceğiniz bereketli bir toprak. Bizim için bir bebek saf ve temiz olmanın simgesi; herkes bebeklerin yanında kendini iyi hisseder, saflığa dokunmak hepimize iyi gelir. Sonra büyürüz ve “büyük unutkanlık” gelir. Yavaşça toprağın bereketi gölgelenir.

Bebek doğduğu an o potansiyele sahipken neden bizler büyüdükçe hatırlayamaz oluyoruz?… Büyük unutkanlığın sebebi ne? …

Küçük bir çocuk duygularını ifade etmekten çekinmez, bu sağlıklı insanın tanımıdır. Çocukken ne geçmişten utanırız ne de gelecekten korkarız. Bedenimizin temel ihtiyaçları, beslenme ve barınma karşılandığında kendimize güvenimiz yerindedir, öğrenmek ve iletişime geçmek isteriz. Doğal insani eğilimlerimiz yaşamdan zevk almak, oynamak, keşfetmek, mutlu olmak ve sevmektir.

Beslenmek, barınmak gibi bazı eğilimler tüm canlılar aleminde ortaktır ve oynamak, keşfetmek gibi diğer bazı eğilimler hayvanlar aleminde de görülür. Yine de tüm bu eğilimlerin insan için bir farkı vardır… İnsan maneviyata sahiptir. Bu onu dünyadaki diğer yaşam formlarından ayırır. Duygu ve düşünceleriyle kendi gelişimini sağlayabilecek kapasitededir. Hayvanların ve bitkilerin aleminde kendini tekrar geçerliyken insanlık aleminde gelişim söz konusudur.

Ancak, yaratılışta herşey karşıtıyla birlikte var olur. İnsan gelişirken tüm karşıtları deneyimlemekle yükümlüdür. İyiyi bulabilmek için kötülüğü görebilmeli, doğruyu seçebilmek için yanlıştan geçmelidir.

Gelişim deneyim ve öğrenimdir, bizler bulunduğumuz çevre içinde öğreniriz… Toplum insanı ehlileştirir. Bu insanlık tarihinin, bin yılların birikiminin tecrübesidir. Özünde iyi niyet vardır, öğretmek amaçlıdır. Yaşanmıştan alınan dersler ve hedeflenen arzular vardır. İnsanın “büyük potansiyeli” bu bilgilerle hızlı bir şekilde doldurulur. Artık tabula rasa ya da boş bir levha değildir. Aslında, bıraksanız insan duyuları ve deneyimleriyle bu levhayı zaten doldurur; bilgi edinir ve deneyimlerine göre bir düşünce ve duygu yapısı oluşturur ancak, biz tüm iyi niyetimizle işi hızlandırmak isteriz.

Toplum, kitle hareketine sahiptir ve bu şekilde kendini daha güvenli hisseder, bu nedenle de her birey kitleye ait olmalıdır. Kitleye ait olabilmek için de ehlileştirilmesi gerekir. Hangi dönemde dünyaya geldiyseniz ve dünyanın hangi noktasında gözlerinizi açtıysanız oraya uygun olmanız istenir.

Önce ebeveynleriniz, sonra çevreniz, sonra öğretmenleriniz, sonra ülkeniz sırayla size bilgi ve beraberinde inançlar yüklerler. İnsan potansiyeli o kadar büyüktür ki her bilgiyi içine alabilir. Bu bilgilerin birbirleriyle örtüşmesi veya çatışması fark etmez, hepsi potansiyelde kendilerine yer bulabilirler.

Sonra zaman geçer, bebek büyür, yetişkin insan olur, artık ehlileştirme için dış faktörlere ihtiyacı yoktur. Kendi içinde ailenin ve toplumun da yardımıyla bir Yargıç ve bir Kurban yaratmıştır çoktan. Artık ipler onların elindedir. Ehlileştirmenin dış güdümlü hali tamamlanır, iç güdümlü haline geçilir; “sorumluluk” sahibidir artık insan. Ya da başka bir deyişle artık özgür değildir.

Ehlileştirilmiş tüm insanlar bir nevi hastadır. Çünkü, ehlileştirme özünde korku kaynaklıdır -dedik ya iyi niyetten doğar, geçmişten ders almayı hedefler, geleceği güvenli yapmaya çalışır, yani bildik yolları takip et der, sürünün dışına çıkma- içeride ise ancak korku tutar insanı. Sağlıklı olmak kendini ifade edebilmek demektir.

Korku yapıcı değil yıkıcı enerjiye sahiptir, bu nedenle ehlileştirildikçe hastalanır insan, artık saf değildir, tüm kötülükleri öğrenmesi gerekir -öyle ya başka türlü nasıl savunur kendini, şu koca dünayda nasıl var olur tekbaşına- kötülükleri öğrendikçe korkar, korktukça hastalanır. Sağlıklı olmak kendine ve yaşama güvenmek demektir.

Yargıç – Kurban- İnanç Sistemi bir arada geçiş kapısını tutarlar. Artık geçit yoktur insana… Özgür iradesine geçemez.

Yargıç şimdi insanın kendi içindedir ve sürekli faaliyettedir, boş durmayı sevmez, Kurban toplumsal ortak rüyadır. Ve bu üçü birlikte insanın yaşamını yani bireysel rüyasını kontrol ederler.

İnsanın matriksinde bildiğimiz maddesel beden, duygu ve düşüncelerin yanı sıra pek aşina olmadığımız enerji beden de mevcuttur. Gözle görülmeyen ama dış dünya ve evrendeki enerji ile bağlantıda olan enerji beden.

Beyin soyut enerjileri duygusal enerjilere dönüştüren bir duygu fabrikasıdır. Biz her ne kadar beyni düşüncelerle özdeşleştirsek de düşüncelerin kökeninde duygular yatar. Zihin bu duygu ve düşüncelerle hayal eder, başka bir deyişle rüya görür.

İnsan için özgürleşmek önce Yargıç – Kurban- İnanç Sistemi’nin farkına varmakla başlar. Kendi zihin ve bedenimizi isteğimize göre kullanabilmek ve yaşayabilmek özgürleşmek demektir. Özgürleşebilmek için yapabildiğinin en iyisini yapmalıdır insan; korkularıyla yüzleşmeli ve duygularını tanıyıp denetleyebilmelidir. Denetlemek demek baskılamak veya yok etmek demek değildir. Denetlemek tanımak ve barış yapmak demektir. Ne kontrol eden ne de kontrol edilen olmaktır.

Olumsuz duygular, bağımlılıklar ve alışkanlıklar tüm enerjisini alır insanın. Rüya aleminde yaratılmış ama gerçekleştirilmeden unutulmuş hayaller insanı zayıf bırakır. Bir hayal ve istek ancak kendini gerçekleştirdiğinde insanı besleyebilir. İnsan bütün bu karmaşanın içinde, ne olduğunu bile anlamadan sürüklenir. Gittikçe daha da fazla hastalanır…

İnsan zihni yaralı bir cilde dönüşür, yaralarla kaplanmış duygusal beden zihinde yansır. Hastalıklar sadece bu yaraların sembolleridir. Dilleri bize gizemli geldiği için kökenlerini anlamamız zorlaşır.

Yara kendini korumak için üzerinde kabuk oluşturur, daha fazla zarar gelmesin diye bir cins koruma yaratır. Bu tıpkı insanı korumaya çalışan toplumun ehlileştirmesi gibi, özünde iyi niyet var. Ancak, kabuk bağlayan yaralarıyla insan artık diğer insanlara dokunamaz olur, onların da kendisine dokunmasını istemez. Canı acır. Kabuk bir savunma mekanizmasıdır ama yadsıyarak savunur. Kabuğun iyileşmesi için “kabullenme” gerekir. Kabullenme, farkındalıkla başlar ve yolu özgürleşme yoludur.

Neyi kabulleneceğiz?

Her şeyi, olduğu gibi…

Kader insanın kişiliğidir. İnsanın zihin ve düşünce yapısı, davranış şeklini  ve alışkanlıklarını belirleyen kişiliği oluşturur. Kader, kişiliğin davranışlarının sonucudur, çünkü insan davranışlarını değiştirmezse elde edeceği sonuçlar da değişmez yani, kader kesin ve kaçınılmazdır.

Davranışların değişmesi düşüncelere, düşünceler duygulara, duygular duyu ve deneyimlere bağlıdır. Ne zaman ki Yargıç – Kurban – İnanç Sistemi geçiş kapısını tutarlar insan için kaderi değiştirmek imkansızlaşır.

Özgürleşebilmek ve kaderi değiştirebilmek için bu kapıdan geçmek, öteki tarafı görmek gerekli.

Ölüm meleği transformasyonu yani değişimi simgeler. Ölüm, bizim inanç sistemimizde olumsuz bir anlama sahip. Halbuki  değişim bizden geçmişi ve acıları alan, yarını ve yaşamı hediye eden bir dönüşümdür. Kapıdan geçebilmek için insan tüm yüklerini bırakmalıdır. Yükleriniz varken kapı size dar gelir, geçmişi ve kişiliğin keskin davranış şeklini -yargıcın insafsız eleştiri ve cezalarını, kurbanın çaresizliğini ve kendine acımasını, inanç siteminin sabitliğini ve körlüğünü- bırakmadan dönüşüm gerçekleşemez.

Dönüşüm için önce temizlenmek ve arınmak gerekir. Saflığa ya da “büyük potansiyele” geri dönüş…

İnsan “Tanrı’nın suretinde” yaratılmıştır. Eski geleneklerde tanrılara törenler düzenlenir ve yüceltilirlerdi. En güzel yemekler tanrılara sunulur, en güzel hediyeler onlara verilir, idollerine en güzel kıyafetler giydirilir, baş köşede ağırlanırlardı, içten gelen ve kalpten yönlendirilen bir sevgi ve saygı sunulurdu.

İnsan büyük dönüşüm için kendini sevmeyi öğrenmelidir.

Tolteklerin bilgeliği diyor ki: “Bireysel özgürlük arayışında, kendinizi sevme arayışında yapabildiğinizin en iyisini yaptığınızda aradığınız şeyi bulmak an meselesidir. Ayağa kalkın ve insan olun. Kadın ya da erkek olmanın onurunu hisedin ve cinsiyetinize saygı duyun. Bedeninize saygı duyun, bedeninizden haz alın, bedeninizi sevin, besleyin, temizleyin, iyileştirin. Bedeninizin kendisini iyi hissetmesini sağlayın. Bu bedeniniz için bir puja‘dır. Bu siz ve Tanrı arasındaki iletişimdir.”*

Puja, Hindistan’da uygulanan bir ritüel. Bu ritüelde tanrıyı simgeleyen idol formları yıkanır, beslenir ve bu formlara sevgi sunulur. İdoller önemli değildir, önemli olan ritüeli gerçekleştirirken “seni seviyorum Tanrım” duygusunu hissetmektir.

Tanrı’nın suretinde yaratılan insan kendine de “seni seviyorum ve sana saygı duyuyorum” diyebilmelidir. Ve yine kendine diyebilmelidir ki “seni olduğun gibi kabul ediyorum”.

Kabul edebilmek için geçmişi, kendinizi, diğerlerini, olanları, yaşananları ve hissedilenleri, her şeyi ama her şeyi affetmeniz gerekli. Korkmayın, yapamam deseniz bile bu sadece sizin yerinize cevap veren Yargıç – Kurban – İnanç Sistemi’niz.

İnsanın gerçek doğası iyiliktir ve gerçek doğası gereği insan kolayca affedebilir. Sadece geçiş kapısındasınız ve yüklerinizi bırakmanız gerekiyor o kadar. Elinizden gelenin en iyisini yapın, yavaşça teker teker indirmeye başlayın, inanın hepsini indirip bıraktığınızda zaten her şeyi affetmiş olacaksınız.

Affetmek yaraların açılıp temizlenmesi, iyileşmek, kendine şefkat duymak demek. İnsanın gerçek doğası merhametlidir.

Özgürlüğün diyarına yapılan yolculuk hafiftir. 

Yeni rüyanızda tüm ihtiyaçlarınız karşılanabilir, bedenin ihtiyaçlarını karşılamanın hazzı yaşamı hissetmektir. Aşırılığa kaçmadan, hırsa kapılmadan.  Tıpkı özgürce nefes almak gibi, mutluluk alınan her derin nefesin verilebilmesindedir. Verilemediğinde azap başlar. İnsan ancak verdiğinde hafifler.

Yeni rüyanız bireysel bir rüya… Toplumun rüyasını da görün ama bilin ki o sizin asıl rüyanız değil. Yeni rüyanızda bireysel cennetinizi yaratmakta özgürsünüz. “Evet” ya da “hayır” dedikleriniz, kendi seçimlerinizle, istediğiniz yaşamı inşa edebilirsiniz. İnsan “rüya ustası” ,”yaşam mimarı”, “hayal mühendisi”dir…

İnsan, dünyada cenneti yaratandır. Cennet, gelecektir. İnsan, kalbinde sevgi ateşini besleyendir. Sevgi, mutluluktur…

İnsan, kalbin yolunu izleyerek gelişir…

Kalbini her açtığında kendisine kalbini açan her şeye ve herkese sevgi ve yaşam sunar…

Kalbin yolu büyük yoldur, sevgi ateşi sonsuzdur… Bu dünyada cenneti yaratmak için insan önce kalbini açar… kendine ve sevgiye…


* Toltek Bilgelik Kitabı, Dört Anlaşma, Don Miguel Rodrigez

** Imagineering for Health (Hayal Mühendisliği), Serge Kahili King

*** Heart Cultivation (Kalbin Yolu), Emei Qigong, Zong Shi Fu Wei Zhong